HANIM’IN YAYLASI
HANIM’IN YAYLASI
Uzun ve sert bir kışın ardından, üşene üşene de olsa nihayet bu yıl da yaz çıkıp gelmişti. Yaz demek tatil demekti. Tatil demekse bizim içinde doğup büyüdüğümüz, toprağının kokusu tenimize sinmiş “köy” demekti. Ne deniz ne kumsal ne de coğrafyanın en güzel yerleri bize “köy ’ün” verdiğini veremezdi. Gurbetin en ücra köşelerinden bizi çekip getirir, dağları denizleri hatta ülkeleri aşırır, nazlı bir yar gibi peşi sıra sürükler... Çekip alır bizi anlamsızca sürdürdüğümüz hayatın içinden. Köy demek, mezarlıkta iki taş demekti. Anılarımızı gizleyip sakladığımız yer, en güzel yılların kadim bekçisi demekti.
Uzun ve sert bir kışın ardından, üşene üşene de olsa nihayet bu yıl da yaz çıkıp gelmişti. Yaz demek tatil demekti. Tatil demekse bizim içinde doğup büyüdüğümüz, toprağının kokusu tenimize sinmiş “köy” demekti. Ne deniz ne kumsal ne de coğrafyanın en güzel yerleri bize “köy ’ün” verdiğini veremezdi. Gurbetin en ücra köşelerinden bizi çekip getirir, dağları denizleri hatta ülkeleri aşırır, nazlı bir yar gibi peşi sıra sürükler... Çekip alır bizi anlamsızca sürdürdüğümüz hayatın içinden. Köy demek, mezarlıkta iki taş demekti. Anılarımızı gizleyip sakladığımız yer, en güzel yılların kadim bekçisi demekti.
Akşamüzeri olmuş, köyün iki kahvesinden biri olan Köy Konağının önünde benim gibi gurbetten gelmiş eski dostlarımla oturuyorduk. Camiden çıkanlarla birlikte bir anda kalabalık çoğaldı. Yazları nüfusu iki binlere kadar çıkan bir köy için anormal sayılırdı bu kadar insan. Çaylar tepsi tepsi gelip gidiyor, yine de yetmiyordu. Eski dostlar, akrabalar, çocukluk arkadaşları, hısımlar eski günlerden dem vura vura gecenin laciverdî tavanı altında keyifli anlar geçiriyorduk.
Bir ara laf dönüp dolaşıp yarın akşam semaveri Kelkit’in hangi tepesinde yakacağımıza geldi. Tabi isimler, dağlar, fikirler birbirini kovalamaya başladı. Birimiz bizim yaylaya gidelim derken diğerimiz dere kenarına inelim dedi, bir diğeri Şiran, bir diğeri Torul derken yan masadan birisi “siz Hanımın Yaylasına hiç gittiniz mi?” dedi. Hanımın Yaylası mı? O ne güzel yayla ismi öyle diye geçirdim içimden. Diğerleri de en az benim kadar merak etmiş olacak ki ardı ardına sorular birbirini kovalamaya başladı. Daha gitmeden ismiyle bile bizi büyüleyen ve aramızdan hiçbirinin daha önce duymadığı bu yayla neresiydi ki acaba?
Gel zaman git zaman biz öyle bir yerin olmadığına kanaat getirmek üzereydik ki bu dağlarda yıllarca çobanlık yapmış olan bir ağabeyimiz iki masa öteden bize sesleniverdi. “Var var ben biliyorum orayı, Hanımın Yaylasını demiyor musunuz?” Evet dedik hep bir ağızdan, Hanımın Yaylası.
-Valla orayı size nasıl tarif edeyim ki, Aşut ile Deliler arazisinin arasında çok yüksekte bir yer. Hatta orada çok güzel bir de dere var içinde balıklar oynuyor. Etrafı yüksek çamlarla çevrili, Mavi gökyüzü uzansanız dokunacağınız kadar yakın. Yeşilin binbir tonu orada. Pek bilinmemesinin sebebi bir yolunun olmayışı dedi.
Hem çok şaşırmış hem de çok sevinmiştik. Biz ki çocukluğumuz boyunca bu dağlarda koyun kuzu yaymıştık. Ayak basmadığımız tepe, dere, köy kalmamıştır. Burası nasıl hepimizin birden gözünden kaçmış olabilirdi. Merakımız gittikçe artarken, Hanımın yaylasını bilen bir iki kişi daha çıkıverdi. Biri duymuş ama gitmemiş diğeri gitmiş ama yerini hatırlamıyordu. Birden kahvehanenin güncel konusu olmuştu Hanımın Yaylası. Ekibimizi kurmuş ve yarın ilk iş bu efsanenin peşinden gidecektik.
Ertesi gün, öğle saatlerinde firesiz bir şekilde toplanmıştık köy meydanında. Herkes birbirinin gözlerindeki heyecanı gördükçe merakımız daha artmış bir şekilde konvoy halinde yola çıktık. Bulutsuz ve masmavi bir gökyüzü, sıcak bir ağustos ayının nişanesi olarak bizlere yolculuğun daha şimdiden ne kadar keyifli olacağını müjdeliyordu. Yanımıza yaklaşan birkaç kişi orada öyle bir yerin olmadığını söylese de motivasyonumuzu kırmaya kimsenin gücü yetmezdi artık. Varsa da yoksa da bahsi geçen istikamete doğru motorları sürmekten vazgeçmeyecektik.
Köyümüzün kadim bekçisi olan volkanik dağ “Geremez” in sırtını bir çırpıda aşıp, Yeşilova köyünün arazisi içinden hızla geçerek Aşut köyünün parke döşeli ve geniş yollarında hızla ilerlemeye başladık. Her ne kadar tam olarak nereye gideceğimizi bilmesek de, kimseye sormaya da pek cesaretimiz yoktu aslında. “Öyle bir yer yok” cevabını duymaya hiçbirimiz hazır değildik. Köyün içinden, tavukların, horozların, bahçelerin ve yeşil ekinlerin arasından kıvırıla kıvrıla dağın yamacına doğru sürdük motorlarımızı. Rakım yükseldikçe yol daha da bozuluyor, sellerin yardığı ve oyduğu çukurların aralarından birbirimize yardım ederek yer yer yavaşlayıp yer yer durarak ancak ilerleyebiliyorduk. Köylülerin diktiği söğüt ve kavak ağaçları azalırken doğanın kendi üretimi olan çam ağaçları artıyor, insan elinin değmediği bu bakir coğrafya bizi daha da içine çekiyordu. Artık birbirimizle olan irtibatımızda hemen hemen kesilmiş. Herkes en önden olup Hanımın yaylasını ilk gören kişi olmak için yarışıyordu. Kıvrılan yollar bitmek bilmiyordu. Bir tepenin ardından biri daha, diğerinin ardından biri daha derken her virajdan sonra karşımıza çıkması an meselesiydi artık Hanımın yaylası.
Etrafı taşlarla örülü bir çoban çeşmesinin kenarında kısa bir su molası verdikten sonra, tekrar yola koyulduğumuzda, birden havadaki kokunun değiştiğini fark ettim. Diğerleri de fark etmiş olacak ki birbirimize baktık ve iyice kökledik gazları, çok yaklaştığımızın farkındaydık. Etrafımızda başka tepelerin kalmaması artık zirveye çok yakın olduğumuz anlamına geliyordu. Son virajı da döndüğümüzde karşımızda olanca heybeti ile duran bu yer yüzü cenneti Hanımın yaylası olmalıydı. Hemen motorlardan inip. Bu küçük platonun ucundaki kayalıklara doğru koştuk. Ayaklarımızı taze kekiklerin içinden sürüdükçe kokuları burnumuzu sızlatıyor, kuşburnu çalılarına takılan ellerimiz çizikler içinde kalıyordu. O kadar el değmemiş bir yerdi ki sanki. Ademin dünyaya ilk ayak basışı gibi bir his doğmuştu içime. Daha önce görmediğimiz güzellikte endemik bitkiler, çiçekler ve yaşlılıktan belleri bükülmüş bu zirve çamları ruhumuza öyle bir etki yaptı ki, artık her şey geride kalmış ve dünyanın artık bize sunacağı bir şey kalmamışçasına rahatlamıştık. Kelkit ovasına buradan bakmak, insanın ömrüne ömür mü katıyordu bilemem. Ama önümüzdeki manzara birkaç dakikalığına dillerimizin de dizlerimizin de bağını çözmüştü. Konuşmak buradaki güzelliğe ihanet olabilirdi kimsenin kimseye söyleyecek tek kelimesi bile yoktu. Dakikalarca bu engin ovayı etrafını saran sonsuz dağları seyre daldık.
Çocukluğumuz, ilk gençlik yıllarımız, en mutlu anılarımızın gelip ebedi istirahata çekildiği yerdi burası sanki. Herkes kendinden bir şey bulmuştu. Hanımın yaylası gerçekleşmiş bir hayal ve mutlaka görülmesi gereken bir yerdi…
Şimdi bu yazıyı okuyup Hanımın yaylasının peşine düşmek isteyebilirsiniz tabi ki, ama tam olarak nerede olduğunu size söyleyip hayallerinizi sınırlamak istemem. Çok isterseniz Babakonağı köyüne gidip hakkında biraz bilgi toplayabilirsiniz. Tabi o çobana denk gelirseniz...
Fahrettin KÖSEOĞLU
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.