Her köşesi sanat, bilim ve ilim icra eden atölyelerle dolu, insanların kahvehanelerden safra gibi taşmadığı, insanların birbirlerine film değil kitap tavsiye ettiği, üç kişinin bir araya geldiğinde dünya ve dünya ötesine ait sohbetlere daldığı, bilgi yarışmalarının meydanlarda yapıldığı, şairlerin Türkçeyi bir su gibi içtiği, 100 yıl sonrasının ufkuyla yüzlerce yıl öncesinin kültürüyle yaşadığı bir Kelkit hayal ediyorum.
Bilge yaşlıların köşe başlarında gençlere öğüt verdiği, ana ve babaların “yük” yerine “ata” hüviyetine büründüğü. Gençlerinin gözlerinden umut ve gaye ışığı fışkıran. Her cümlesini akla ziyan küfürlerle pekiştirmek yerine, cevher değerindeki eskimeyen kelimelerimizle Türkçeye can veren insanlarla dolu bir Kelkit hayal ediyorum.
Ruhen ve bedenen olgun, eşyanın esaretinden kurtulmuş, daha eğlenceli bir hayat yaşamak yerine daha yaşanılır bir dünya için çalışmayı gaye edinen. Al bayrağın muzaffer duruşundan şüphesi olmayan, “ego” sunu öldürüp benliğini diriltmiş gençlerle dolu bir Kelkit hayal ediyorum. İlk yaşlarındaki masum yavruların Anaokulu yerine anaların kollarından okuduğu bir Kelkit hayal ediyorum. Babaların çocuklarına yaşayarak ve yaşatarak hak ve adalet duygusu aşıladığı bir Kelkit hayal ediyorum. Yetkin ve yetkililerinin bunun olması için gecesini gündüzüne kattığı bir Kelkit hayal ediyorum! Siyasi adayların halka yol, su, iş, yardım yerine tiyatro, gözlem evi, sanat atölyesi, suları pırıl pırıl akan ıslah edilmiş dereler, kalkınma için tarıma dayalı projeler, pislikten arındırılmış ormanlar, Laboratuvarlar vs. vadettiği bir Kelkit hayal ediyorum.
Ancak gelinen noktada durum biraz farklı. Fark ettiniz mi bilmem. Bir araya geldiğimizde daha ne konuşacağımızı bile bilmeyen bir topluma dönüştük. Muhabbet için bir araya geldiğimizde bile gündeme ve güne dair birkaç ortak tespit yapıldıktan sonra konu dönüp dolaşıp asla gelmemesi gereken yerlere geliyor. En son ne zaman astroloji ile ilgili bir sohbete katıldık? En son ne zaman bir filozofun söylediği bir cümle üzerine kritik ettik? En son ne zaman Karacaoğlan’a ait bir dizeden dönemin sevmek ve sevilmek geleneğini idrak ettik? En son ne zaman bir tiyatroya gittik, resim yaptık? Farabi’yi, İbn-iArabi’yi vs. en son ne zaman inceledik? En son ne zaman, kim olduğumuzun ve kim olmamız gerektiği meselesinden vicdan mahkemesine çıktık?
O kadar çok uyuşuğuz ki, süratle toplu bir kültür ve kimlik ölümüne gidiyoruz aslında. Ve ne yazık bu durum tüm vatan hatta tüm dünya için geçerli. İnsanlar varoluş nedenlerinin bir kenara bırakmış “daha konforlu bir yaşam” parolası ile şifrelenmiş birer robot gibi hareket ediyor. Bu uğurda tüm değerlerine lanet okumaya tüm yakınlarına ise yabancılaşmaya razı. Çamur akan çeşmelerden içtiğimiz dijital sular bizi “hayvandan daha aşağı” bir yaratık olmaya doğru eviriyor. Bu gidişle korkarım yakın bir gelecekte bayrağında ısırılmış bir elmanın olduğu bir dünya devletinin, sadece üreyene ve tüketen mankurtlaştırılmış ve bundan mutluluk duyan vatandaşları olacağız!
Yoksa şimdiden öyle miyiz?
Fahrettin KÖSEOĞLU