Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır derler eski asırlardan beri, tam tamına kırk yıl… Acı olan kahvenin kırk yıl hatırı olduğuna göre, tatlı olanı çok uzun süre hatırımızın sayılmasına vesile olurdu herhalde. Kimine göre altmış, kimine göre seksen, kimine göre daha fazla seneler meselâ. Öyle ya, elin ağzı torba değil ki büzesin; “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı mı olurmuş diye basasın” itirazı. Ve aslında herkes kahveye de hatırına da bir bedel biçebilir. “Keyif benim değil mi, keyif kahvesi de içerim, keyfimce kahveye hatır süresi de biçerim.” Derse çıkıp birisi, kim itiraz edebilir ki?
Kahveye nazaran bu hatır meselesinde pek de şanslı sayılmayan bir de çayımız var efendim. Her sabah yeni güne uyandığımızda bizi selamlayan ve her akşam hayırlı geceler diyerek uğurlayan ama bir bardağın şu kadar zaman hatırı var diyemediğimiz... Öyle, sabah-akşam dediğime de bakmayın, muhabbetimiz ve birlikteliğimiz bu sürelerle sınırlı değil elbette. Günün her anında bizimle birlikte neredeyse. Eşimizden, çocuklarımızdan, dostlarımızdan velhâsıl çok yakınımızdan daha yakın bize.
O kadar içimizde ve o kadar içimizden bir parça olması yetmemiş, her alanda olduğu gibi edebiyatımızın içine sızmayı da başarmış bu çay denen meret. Hatta edebiyatın içine girmekle de yetinmemiş bir de “Çay Edebiyatı” olarak çıkmış karşımıza. “Çayın da edebiyatı mı olur?” diyenlerin çıkacakları da malumunuz. Haksız da sayılmazlar hani. “Altı üstü bir çay efendim, o kadar abartmaya ne gerek… Çaydanlığa iki bardak suyu koyup kaynatacaksın, iki tutam dem atıvereceksin, beş-on dakika beklettikten sonra bardağına döküp zevkine göre şekerli ya da şekersiz yudumlayacaksın; bunun her tarafı edebiyat olsa ne çıkar?” diyenler de olacaktır malumunuz. Haklısınız, “iki bardak sudan edebiyat mı olur, hem olacaksa bile hangi sudan sebeple yıllardır dünya çapında bir edebiyatçımız veya bir edebiyat ürünümüz çıkmadı; üç tarafımız denizlerle kaplı ve memleketin her yerinden su fışkırmakta.” diyenleri de pekâlâ anlayışla karşılamak mümkün. Bu konuda kim hangi fikri beyanda bulunursa bulunsun saygımız sonsuzdur. Elin oğlu bir bardak çaydan edebiyat çıkarma ve yapma azmindeyse ona da saygı duyarız, bir bardak çayın edebiyatı mı olurmuş diyenlere de. Aslına bakarsanız bizim ne çayın edebiyatında gözümüz var ne de meselemiz edebiyatın çayı. Lafı nereye getirmek istiyorsunuz diye soracak olursanız, çaya efendim çaya, daha da ötesi Çay Edebiyatı’na.
Bir merhabanın ertesinde ister tanıdık olsun isterse yabancı, karşımızdaki insana ilk sualimiz “Çay alır mıydınız” değil midir? Çayını birkaç yudumda bitirenlere hitâben, “Tazeliyorum!” veya “Tazelensin mi?” diyerek, muhabbet öncesi samimiyetimizin temellerini atmış olmaz mıyız? Bir bardak çayla güven ortamını oluşturup, hoş bir muhabbete girizgâh sebebi yapmaz mıyız? İki lafın belini kırmak için çayı müsebbip kılmaz, sohbetlerimizi uzatmak için çayı bahane etmez miyiz efendim? Soğuk kış gecelerinde içimizi ısıtıp, yazın kavurucu sıcaklığında hararetimizi söndürmez mi çay? İlkbaharın berrak ve güneşli günlerinde semaverlerimizin dumanı başka çıkmaz, sonbaharı çayla başka sevmez miyiz? Bütün bunlarla beraber gittiğimiz her yerde bir çay kültürüyle karşılaşmaz mıyız? İstanbul’da simit denince akla çayın gelmesi, Konya’da çayın demli, Erzurum’da kıtlama içilmesi gibi… Her yörenin kendine has bir çay hikâyesi ve kendine has çay içme biçimi vardır. Fakat bu coğrafyada nereye giderseniz gidin ilk önce çayla karşılanırsınız, çayla birlikte ağırlanır, çay ile uğurlanırsınız. İster bir başınıza yudumlayın çayınızı, isterseniz karşınıza bir dostunuzu, arkadaşınızı veya sevdiğinizi alarak… Her halükârda muhabbetinizin ortakçısı çay değil midir? Çay içmeden bir günü geçirdiğimizi düşünelim, selam vererek girdiğimiz kapıdan bir bardak çay ikram edilmeden uğurlanışımızı… Tam da muhabbetin koyu yerinde ve çaydanlık ince belli bardağa eğilmişken, misafirimizin: “Teşekkür ediyorum, ben almayacağım.” dedikten sonraki hâliniz, yalnızca bir bardak çayın yudumlanmama hikâyesi midir? Çaysız bir kahvaltının yavan olduğunu söylesek ne kadar abartmış oluruz?
Benlikten uzak, biz duygusunun kendisidir çay. Anılara doğru yol almanın ilk basamağı, sevda sokağının müdavimi, içimizde yaşayan bir hatıranın belki de yegâne tanığıdır. Çay aşktır, çay mutluluktur, hüzündür çok zaman ve gönülde gizlenenin gözlerdeki yansımasıdır. Destursuz dilediğimiz, hesapsız kapısını çaldığımız, çıkarsız selamladığımız aziz dostumuzdur. Dört mevsim solmayan çiçeğimiz, eskimeyen yanımız, teselli kaynağımız... Efkârımıza, cigaramızın dumanıyla ortak olan vefalı dostumuzdur. Kahrımız, yoldaşımız, azığımız, ikram tepsisinde azımızı çoğa saydıran katığımız, umudumuz bazen... Uzun bir hikâyenin bıkmadan, usanmadan dinlediğimiz ve dinlemeye doyamayacağımız kahramanıdır. Ne ölümsüzlük iksiridir ne de ab-ı hayat; her şiirde kendine bir mısralık da olsa yer bulandır. İçiyle dışı bir olmasa da, önemli olan iç güzelliğidir tanımlamasına uyan nadir güzelliklerdendir. Ona ulaşmak için acele eden de tadını alamaz, ayak sürüyen de... İlla ki vaktini ve zamanını iyi ayarlamalısınız. Kimisi zifirî karanlık yüzünü sever, kimisi berrak. Fakat yüz çevirip gidenimiz nadirdir bir bardak taze çaydan.
Çay üzerine yazılacakların hudutlarını buraya kadar yazdıklarımızla sınırlayacak değiliz elbette. Edebiyat bahanesiyle çay üzerine söyleyeceklerimiz de bu kadar değil kuşkusuz. Sizler pekâlâ çay üzerine yazılar, şiirler, öyküler ve hatta romanlar yazabilirsiniz. İster çayla birlikte edebiyat düşünün isterseniz edebiyattan uzak durun ve sadece çay için. Fakat Bekir Erdoğan’ın: “Bir insan efkârlıysa ve bunun üstüne bir de çay içiyorsa, sessizce terk edin orayı. Çay bulaşıcıdır, efkâr da.” sözlerini hatırlayın. Bu da kâfi gelmezse, eskilerin tabiriyle: “Es sohbet ü bila çay kes semâi bila ay” ( Çaysız sohbet aysız gökyüzü gibidir) mısra-ı bercestesini de unutmayın.
Köksal AKAR