tuzla escort bayan avcılar escort bayan beykoz escort bayan arnavutköy escort bayan bağcılar escort bayan escort izmir online casino india real money bodrum escortlar ankara bayan escort casino siteleri
Adana escort Alanya escort Anadolu yakası escort ankara escort Antalya escort Ataköy escort Avcılar escort Avrupa yakası escort Bahçelievler escort Bahçeşehir escort Bakırköy escort Başiktaş escort Beylikdüzü escort Bodrum escort Bursa escort Denizli escort Diyarbakır escort Esenyurt escort Eskişehir escort Etiler escort Fatih escort Gazinatep escort Halkalı escort istanbul escort İzmir escort İzmit escort Kadıköy escort Kayseri escort Kocaeli escort Konya escort Kurtköy escort Kuşadası escort Malatya escort Maltepe escort Mecidiyeköy escort Mersin escort Nişantaşı escort Pendik escort Muratpaşa escort Şirinevler escort Şişli escort Taksim escort Ümraniye escort ataşehir escort kartal escort
HÜSEYİN ÖZGÜN
Köşe Yazarı
HÜSEYİN ÖZGÜN
.
 

Dalkavuklar Cenneti

Bu ifade benim değil ha. Bizzat Cumhurbaşkanımıza ait. Yalnız bu günün değil yaklaşık 15 sene öncesine ait. Zaman geçiyor ancak ahval değişmeyince yeniden gündeme gelsin, isteyen istediği kadar pay alsın dedim. Biraz argo olacak ancak bu yazıya Neyzen Teyfik’in bir hikâyesi ile başlayıp sonra konumuza dönelim. Neyzen Teyfik bir gün Beyoğlu’nun kalabalık sokaklarının birinden yürürken, aniden durup avazı çıktığı kadar; “Ulan Puştlar” diye bağırır. Orada bulunan kalabalık sesin geldiği yöne dönüp bakınca Neyzen tekrar; “Amma da çokmuşsunuz” der. Kimseyi suçlamak veya hedef göstermek niyetinde değilim. Peki, bu hikâye nereden çıktı diyecek olursanız bu günlerde Yalçın Akdoğan’ın Tarihe Düşülen Notlar adlı kitabını bir kez daha okumaktayım. Kitabın bir bölümünde AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, partisinin henüz ikinci yılında kafasını kurcalamaya başlayan bir sorunu çözmek için gösterdiği gayret anlatılıyordu. Erdoğan, AK Parti yeni bir parti olmasına karşın ışığın etrafına doluşan börtü böcekler gibi AK Parti’yi çepe çevre sarmaya başlayan, gücün etrafında yer alarak nemalanmak isteyen farklı insan tipleri ile tanışmak durumunda kalmıştı. Bu durumdan ve haliyle kimi işadamlarının tavırlarından rahatsız olmaya başlamıştı. Olup biten tüm gelişmeleri, perde arkasında yaşananları, sağda solda konuşulanları yakından takip eden Erdoğan, farklı yerlerde farklı konuşanları görünce tahammül edemiyordu. İkiyüzlülüğün ve sahte ilişkilerin parti bünyesine sirayet etmesinden kaygı duyduğu içi de, teşkilatlarını uyarmak, yaşanabilecek tatsızlıkların önüne geçmek istiyordu. Çünkü önünde net bir tarihi tecrübe vardı: Hangi parti iktidara gelse bu sahte ilişkiler ağı içinde çıkar mekanizmalarına teslim oluyor ve halkın gündeminden kopuyordu. Hele birdi bu hastalıklar teşkilatlara bulaşırsa, partinin ömrü, bir günde iki yıl yaşlanan adamın durumu gibi eceline yaklaşıyordu. Erdoğan’ın dalkavuklarla kimi kastettiği merak konusuydu. Katıldığı toplantılarda teşkilat mensuplarına yönelik; “Rehavete, şımarıklığa, nasıl olsa işler yürüyor anlayışına kapılmayacaksınız. Rüzgâr esintisiyle AK Parti’ye oy verenler değil, bilinçli bir şekilde ‘AK Partiliyim’ diyenlerden olacaksınız. Çıkar şebekelerini aranıza sokmayın, çıkar ancak milletin menfaati olandır. Biz, birilerini abad etmek için iktidara gelmedik; halkımızla et ve kemik gibi olmalıyız” ifadeleri ile sesleniyordu. Bugün Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi küresel bir güç haline getirmek için gece gündüz mücadele veren bu dava adamı o gün bu gün anlaşıldı mı, yoksa gözlerden uzak herkes kendi akıbeti için olur olmaz ilişkiler içerisinde mi bulundu sorusunu yanıtlamayı size bırakalım ve bu nemalanmak konusu hakkında bir de eski siyasetçilerimizden Hasan Celal Güzel’e kulak verelim; Yine eski yıllarda olmakla birlikte Hasan Celal Güzel, Sabah gazetesi için yazmış olduğu köşe yazılarının birinde “Meğer ben ne enayiymişim!..” başlığını kullanarak, belli ki milletvekilliği kimliğinden ötürü “Sayın Milletvekillerine ithaf olunur” ifadelerinin altında yaşadıklarını anlatmıştı. Hiç kimsenin ancak herkesin kulağına küpe olması dileğiyle yazının bir bölümünü paylaşmak isterim: (Bu arada Yazını tarihi 2013) Meğer ben ne enayiymişim!… Efendim, artık 68 yaşında, su katılmamış bir avanak, hakikî bir budala ve gayrikabil-i ıslah bir ‘enayi’ olduğumu itiraf ediyorum. Bana küçük yaşımdan itibaren ‘beytülmal’ın mukaddesliğini öğretmişlerdi. Hiç kimse ‘Devlet malı deniz, yemeyen domuz’ dememişti. Bütün ömrüm tâbir-i âmiyanesiyle ‘eşşek gibi’ çalışmakla geçti. Çalışma hayatımda tek gün dahi izin kullanmadım. Bir gece bile doyasıya uyuyamadım. Kimileri bana ‘uykusuz müsteşar’ adını takıp uçup kaçtığımı söylerdi ama ‘Ne akılsız adam yahu!’ şeklindeki fısıltılar, her gün yüzlerce telefon konuşmasıyla çınlayan kulaklarıma kadar gelirdi. Üzerinde ‘T.C. Hükümeti’ yazan kurşun kalemleri, silgileri ve kâğıtları, sadece resmî hizmetlerde, âdeta okşar gibi incitmemeye çalışarak kullanırdım. Çocuklarım devlet malına ellerini dahi süremezlerdi. Plakaları kırmızı ve siyah renkli resmî arabalara bir defa dahi binmediler. Yüzlerine bakmaya kıyamadığım Mustafam ve Elifim, bir saat daha az uyuyup belediye otobüsleri ve okul servisleriyle okula gittikleri esnada, bendeniz müsteşarlık ve bakanlık yapıyordum. Bırakınız eşime araba tahsis etmeyi, evde devletin personelini çalıştırmayı; idarecilik ve siyaset hayatımda lojmanda oturmadım. Koruma görevlisi de kullanmadım. Arabamın önünde ve arkasında fiyakalı eskortlar hiç bulunmadı. Meğer ben ne enayiymişim!… Yaptığım enayiliklerin haddi hesabı yoktur… Meselâ, bendeniz milletvekiliyken -birkaç zarurî toplantı dışında- Meclis lokantasında yemek yemezdim. Zira, burada çalışanlar kamu personeliydi ve çok ucuz olan yemekler milletin kesesinden sübvanse ediliyordu. Sonra, çok beğendiğim halde, aynı gerekçelerle TBMM Sigarası da içmedim. Ceplerim şıkır şıkır metal jetonlarla dolu olarak dolaşır, özel görüşmelerimi kulisteki ankesörlü telefonlarla yapardım. O zaman ‘beleş’ cep telefonlarımız da yoktu. Hiçbir hediyeyi kabul etmez; ya reddeder veya demirbaşa kaydettirerek devlete intikal ettirirdim. Yıllarca üst yöneticilik, müsteşarlık, bakanlık yaptım; hâlen evimde bu dönemlere ait -bronz plaketler dışındat ek bir hatıra eşya göremezsiniz. Benim anladığım mânâda siyasete ‘Zengin girilir, fakir çıkılır’. Biz enayiler, devlet hizmetini ve siyaseti böyle anlıyoruz. Siyasî hayatımda önüme çıkan yüzlerce fırsatı teperek mal mülk edinmedim. Bilâkis, ANAP’taki Genel Başkanlık mücadelesinde, Bond çantalarda getirilen paraları reddederek, eşimin SSK kredisiyle aldığı Oran’daki daireyi; YDP’nin kuruluşunda da babamdan kalan Malatya’daki ev ile dedemden kalan Gaziantep’teki evin bana düşen hisselerini harcadım. Bu arada, eşimin uzmanlığıyla ve alınteriyle hak ettiği ‘Vakıflar Genel Müdürü’ olarak tayin kararnamesini, nasıl engellediğimi de unutmayayım. Sadece bununla kalsa neyse… ANAP döneminde, şiddetle muhalefetime rağmen çıkarılan ‘kıyak emekliliği’ reddedip tek maaşa devam ettim. Bu haksız uygulama hâlen devam ediyor. Başbakanlık Müsteşarıyken, milletvekili maaşlarının buna göre ayarlanmasını gerekçe göstererek kendim için sözleşme yapmadım ve üç yıl müddetle emrimdeki daire başkanlarından bile daha az maaş aldım. Meğer ben ne enayiymişim!… Şimdi 70’ine merdiven dayadım. Hâlâ kirada oturuyorum. Kendime ait tek mülküm kitaplarım… Yani, sizin anlayacağınız, gerçek anlamda ‘Dikili ağacım dahi yok’. Hizmet hayatım boyunca, muhatabımın bıyık altından gülerek dinlediği, ‘Bu fukara millete ben bu masrafı hiç yaptırır mıyım?’ lâfım vardı. Sevgili okuyucularım, bu yazdıklarımı okuyup da sakın bütün bunlardan pişmanlık duyduğumu sanmayınız. Enayilik öylesine içime işlemiş ki geriye dönmek mümkün olabilse gene aynısını yapardım. Beni bütün ‘enayiliğime’ rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce Allahıma hamd ediyorum.
Ekleme Tarihi: 02 Şubat 2018 - Cuma

Dalkavuklar Cenneti

Bu ifade benim değil ha. Bizzat Cumhurbaşkanımıza ait. Yalnız bu günün değil yaklaşık 15 sene öncesine ait. Zaman geçiyor ancak ahval değişmeyince yeniden gündeme gelsin, isteyen istediği kadar pay alsın dedim.
Biraz argo olacak ancak bu yazıya Neyzen Teyfik’in bir hikâyesi ile başlayıp sonra konumuza dönelim.
Neyzen Teyfik bir gün Beyoğlu’nun kalabalık sokaklarının birinden yürürken, aniden durup avazı çıktığı kadar; “Ulan Puştlar” diye bağırır. Orada bulunan kalabalık sesin geldiği yöne dönüp bakınca Neyzen tekrar; “Amma da çokmuşsunuz” der.
Kimseyi suçlamak veya hedef göstermek niyetinde değilim. Peki, bu hikâye nereden çıktı diyecek olursanız bu günlerde Yalçın Akdoğan’ın Tarihe Düşülen Notlar adlı kitabını bir kez daha okumaktayım. Kitabın bir bölümünde AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, partisinin henüz ikinci yılında kafasını kurcalamaya başlayan bir sorunu çözmek için gösterdiği gayret anlatılıyordu.
Erdoğan, AK Parti yeni bir parti olmasına karşın ışığın etrafına doluşan börtü böcekler gibi AK Parti’yi çepe çevre sarmaya başlayan, gücün etrafında yer alarak nemalanmak isteyen farklı insan tipleri ile tanışmak durumunda kalmıştı. Bu durumdan ve haliyle kimi işadamlarının tavırlarından rahatsız olmaya başlamıştı. Olup biten tüm gelişmeleri, perde arkasında yaşananları, sağda solda konuşulanları yakından takip eden Erdoğan, farklı yerlerde farklı konuşanları görünce tahammül edemiyordu. İkiyüzlülüğün ve sahte ilişkilerin parti bünyesine sirayet etmesinden kaygı duyduğu içi de, teşkilatlarını uyarmak, yaşanabilecek tatsızlıkların önüne geçmek istiyordu. Çünkü önünde net bir tarihi tecrübe vardı: Hangi parti iktidara gelse bu sahte ilişkiler ağı içinde çıkar mekanizmalarına teslim oluyor ve halkın gündeminden kopuyordu. Hele birdi bu hastalıklar teşkilatlara bulaşırsa, partinin ömrü, bir günde iki yıl yaşlanan adamın durumu gibi eceline yaklaşıyordu.
Erdoğan’ın dalkavuklarla kimi kastettiği merak konusuydu. Katıldığı toplantılarda teşkilat mensuplarına yönelik; “Rehavete, şımarıklığa, nasıl olsa işler yürüyor anlayışına kapılmayacaksınız. Rüzgâr esintisiyle AK Parti’ye oy verenler değil, bilinçli bir şekilde ‘AK Partiliyim’ diyenlerden olacaksınız. Çıkar şebekelerini aranıza sokmayın, çıkar ancak milletin menfaati olandır. Biz, birilerini abad etmek için iktidara gelmedik; halkımızla et ve kemik gibi olmalıyız” ifadeleri ile sesleniyordu.
Bugün Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi küresel bir güç haline getirmek için gece gündüz mücadele veren bu dava adamı o gün bu gün anlaşıldı mı, yoksa gözlerden uzak herkes kendi akıbeti için olur olmaz ilişkiler içerisinde mi bulundu sorusunu yanıtlamayı size bırakalım ve bu nemalanmak konusu hakkında bir de eski siyasetçilerimizden Hasan Celal Güzel’e kulak verelim;
Yine eski yıllarda olmakla birlikte Hasan Celal Güzel, Sabah gazetesi için yazmış olduğu köşe yazılarının birinde “Meğer ben ne enayiymişim!..” başlığını kullanarak, belli ki milletvekilliği kimliğinden ötürü “Sayın Milletvekillerine ithaf olunur” ifadelerinin altında yaşadıklarını anlatmıştı.
Hiç kimsenin ancak herkesin kulağına küpe olması dileğiyle yazının bir bölümünü paylaşmak isterim: (Bu arada Yazını tarihi 2013)
Meğer ben ne enayiymişim!…

Efendim, artık 68 yaşında, su katılmamış bir avanak, hakikî bir budala ve gayrikabil-i ıslah bir ‘enayi’ olduğumu itiraf ediyorum. Bana küçük yaşımdan itibaren ‘beytülmal’ın mukaddesliğini öğretmişlerdi. Hiç kimse ‘Devlet malı deniz, yemeyen domuz’ dememişti.
Bütün ömrüm tâbir-i âmiyanesiyle ‘eşşek gibi’ çalışmakla geçti. Çalışma hayatımda tek gün dahi izin kullanmadım. Bir gece bile doyasıya uyuyamadım. Kimileri bana ‘uykusuz müsteşar’ adını takıp uçup kaçtığımı söylerdi ama ‘Ne akılsız adam yahu!’ şeklindeki fısıltılar, her gün yüzlerce telefon konuşmasıyla çınlayan kulaklarıma kadar gelirdi.
Üzerinde ‘T.C. Hükümeti’ yazan kurşun kalemleri, silgileri ve kâğıtları, sadece resmî hizmetlerde, âdeta okşar gibi incitmemeye çalışarak kullanırdım. Çocuklarım devlet malına ellerini dahi süremezlerdi. Plakaları kırmızı ve siyah renkli resmî arabalara bir defa dahi binmediler. Yüzlerine bakmaya kıyamadığım Mustafam ve Elifim, bir saat daha az uyuyup belediye otobüsleri ve okul servisleriyle okula gittikleri esnada, bendeniz müsteşarlık ve bakanlık yapıyordum. Bırakınız eşime araba tahsis etmeyi, evde devletin personelini çalıştırmayı; idarecilik ve siyaset hayatımda lojmanda oturmadım. Koruma görevlisi de kullanmadım. Arabamın önünde ve arkasında fiyakalı eskortlar hiç bulunmadı.
Meğer ben ne enayiymişim!…
Yaptığım enayiliklerin haddi hesabı yoktur… Meselâ, bendeniz milletvekiliyken -birkaç zarurî toplantı dışında- Meclis lokantasında yemek yemezdim. Zira, burada çalışanlar kamu personeliydi ve çok ucuz olan yemekler milletin kesesinden sübvanse ediliyordu. Sonra, çok beğendiğim halde, aynı gerekçelerle TBMM Sigarası da içmedim. Ceplerim şıkır şıkır metal jetonlarla dolu olarak dolaşır, özel görüşmelerimi kulisteki ankesörlü telefonlarla yapardım. O zaman ‘beleş’ cep telefonlarımız da yoktu.
Hiçbir hediyeyi kabul etmez; ya reddeder veya demirbaşa kaydettirerek devlete intikal ettirirdim. Yıllarca üst yöneticilik, müsteşarlık, bakanlık yaptım; hâlen evimde bu dönemlere ait -bronz plaketler dışındat ek bir hatıra eşya göremezsiniz.
Benim anladığım mânâda siyasete ‘Zengin girilir, fakir çıkılır’. Biz enayiler, devlet hizmetini ve siyaseti böyle anlıyoruz. Siyasî hayatımda önüme çıkan yüzlerce fırsatı teperek mal mülk edinmedim. Bilâkis, ANAP’taki Genel Başkanlık mücadelesinde, Bond çantalarda getirilen paraları reddederek, eşimin SSK kredisiyle aldığı Oran’daki daireyi; YDP’nin kuruluşunda da babamdan kalan Malatya’daki ev ile dedemden kalan Gaziantep’teki evin bana düşen hisselerini harcadım.
Bu arada, eşimin uzmanlığıyla ve alınteriyle hak ettiği ‘Vakıflar Genel Müdürü’ olarak tayin kararnamesini, nasıl engellediğimi de unutmayayım.
Sadece bununla kalsa neyse… ANAP döneminde, şiddetle muhalefetime rağmen çıkarılan ‘kıyak emekliliği’ reddedip tek maaşa devam ettim. Bu haksız uygulama hâlen devam ediyor. Başbakanlık Müsteşarıyken, milletvekili maaşlarının buna göre ayarlanmasını gerekçe göstererek kendim için sözleşme yapmadım ve üç yıl müddetle emrimdeki daire başkanlarından bile daha az maaş aldım.
Meğer ben ne enayiymişim!…
Şimdi 70’ine merdiven dayadım. Hâlâ kirada oturuyorum. Kendime ait tek mülküm kitaplarım… Yani, sizin anlayacağınız, gerçek anlamda ‘Dikili ağacım dahi yok’. Hizmet hayatım boyunca, muhatabımın bıyık altından gülerek dinlediği, ‘Bu fukara millete ben bu masrafı hiç yaptırır mıyım?’ lâfım vardı.
Sevgili okuyucularım, bu yazdıklarımı okuyup da sakın bütün bunlardan pişmanlık duyduğumu sanmayınız. Enayilik öylesine içime işlemiş ki geriye dönmek mümkün olabilse gene aynısını yapardım.
Beni bütün ‘enayiliğime’ rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce Allahıma hamd ediyorum.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve gumushaneekspres.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.

deneme bonusu deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bahis siteleri siyahbet giriş