Ne zaman bir yaylanın omuzlarına çıkıp Kelkit ovasına doğru baksam, gözlerim hemen “Gavur Dağlarını” arar. Arar arar da, bulamaz bir türlü…
Ama babamın anlattığı macera dolu “Gavur Dağı” hikâyelerden yola çıkarak, bu art arda ve yan yana dizilmiş sonsuza kadar uzanan dağ silsilelerinden birini her daim kestiririm gözüme.
Ve kulak kesilirim, acaba balta seslerini duyabilir miyim diye, gavura vurur gibi ağaca vuran oduncuların. Duyamam bir türlü…
Babam en az üç gün diyordu gidiş geliş yolculuğuna, ağaç yüklü kağnılarla dağa aşağı inerken sık sık öküzlerin sürdüğünü ve devrilme tehlikelerini anlatırdı bir de. O yüzden, en uzaktakilerden ve en yükseklerinden biri olmalı bir kere. Karanlık ve nemli ormanlarının en derin yerlerinde bile, bir ıslık gibi esmeli buz gibi poyraz. Yıllanmış çamların arasından delice süzülüp babamın sarma tütün sigarasını söndürmeli bir kere. Bu yüzden başında da kar olmalı…
Adaylar arasından en uygununu seçerken, neden “Gavur Dağı” dendiğini anlamaya çalıştım bir zaman ve öğrendim ki, meğer Anadolu’da ismi “Gavur Dağı” olan bir sürü dağ varmış. Ya aç ve yorgun odunculara ettikleri gavurluklardan ya da düşmanı hep bu dağların ardından bekledikleri için bu isimler verilmiş olmalı diye düşünürüm. Öyle ya gavur dediğin dağ ardından gelmeli…
Derken, babamın kağnısıyla birlikte, fetihten dönen bir kral gibi köye girdiğini hayal ederim. Tepeleme ağaç yüklü kağnının gıcırdaması köyün en ücra evlerinde bile keman konçertosu gibi inletiyordur yeri göğü. Kocaman burunlarından soluyan öküzlerin çıkardığı buhar, havanın ayazını yararak yükseliyordur gökyüzüne. Yorgunluk ve açlık yerini vakar bir duruşa bırakmış, soğuk hava ise bir kayaya çarpıp dönen bir dalga gibidir onun göğsünde artık. Boynuna asılı azık torbası, belinde birbirinden keskin iki balta, gözleriyle anamın ürkek gözlerini aramaktadır kalabalığın arasında.
Kıtlığın Anadolu'yu kasıp kavurduğu yıllardır. Bir dilim arpa ekmeği ve bir kaşık tereyağının ziyafet sayıldığı yıllar. Sadece zenginlerin çayına atacak kadar şeker bulduğunu ve bu şekerlerin bez torbalarla bele bağlanıp taşındıklarını her duyduğumda, fakirliğin resmine bakmış gibi olurdu hep çocuk yüreğim… Ama görev tamamdır. Gavur dağları bir kez daha yenik düşmüştür babamın çelik iradesi ve aslan kuvveti karşısında.
Babam getirdiği odunların bir kısmını eve un ve aş almak için satacak, kalanlarını da kırıp ailecek sımsıcak karşısına dikilecekti “Zehmer Ayı'nın”. Sıkıntılı yolculuk artık sona ermiştir, huzurlu bir kar yağmaya başlar birden köye, buz tutmuş derenin üstünde ılık bir buhar tabakası oluşur, toprak evlerin bacalarından hüzün yayılır köye, çocuklar ellerinde birer parça odunla okula doğru yola çıkarlar ve kendime geldiğimde “Gavur Dağının” bir ayağı benim omzumda durur gibi olurum…
“Gavur Dağları” ismiyle bile insana korku veren, yolu izi olmayan, dostu seveni olmayan, babama yol vermeyen dağlar. Ama babamı asıl korkutan dağlardan ziyade zalim kolcularmış hep, birkaç günlük emeklerinin kağnı ve öküzleriyle birlikte ellerinden alınma tehlikesi “gavur eziyetinden” kötü olurdu herhalde. Bu nedenle dağa gece girilmeliydi ve baltaların ağzı iyice bilenmeliydi gündüzden. Bir vurdum mu yarısına inmeliydi dev çam ağacının gövdesindeki yara, kolcular gelmeden yüklenip dönülmeliydi.
Bu yüzden hep şu en arkada utancından diğer dağların arkasına saklanmaya çalışan ve genelde gölgede kalmayı tercih eden, başı karlı ve karanlık olan dağdan şüphelenirim. “Gavur Dağı” kesin o dur. Bana doğru biraz yaklaşırsanız duyarsınız belki… sanki balta sesleri geliyor.
Değerli hemşehrilerim, bu ilk yazımda sizleri, belki de hepinizin evinde anlatılmış olan hikâyelerden biriyle karşılamak istedim. Bizi buralara sımsıkı bağlayan bu hikâyeler ve yaşanmışlıklar, nereye ait olduğumuzun senetleridir…
Bu sıcak köşede her zaman buluşmak dileği ile...
Saygı ve sevgilerimle.
14.12.2021
Fahrettin Köseoğlu