Refik Halit Karay'ın, "Memleket Hikâyeleri" adlı eserini yıllar önce okuduğumda beni çok etkilemişti. Kitap, değişik hikâyelerden oluşuyordu. Bu hikâyelerden, "Şeftali Bahçeleri"ni okuduğumda henüz çocuk denecek yaşta olmanın da bir sonucu olarak sinirimden gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Neden mi sinirimden göz pınarlarım dolmuştu? Bu soruya hikâyenin özetini anlattıktan sonra cevap vermek istiyorum.
Akdeniz kıyılarında güzel bir kasaba... Bu küçük Anadolu kasabasında, iklim çok yumuşak geçmekte, yaz günlerinde ise her yeri şeftali kokuları sarmaktadır. Akşamüzerleri, çoğu kasabaya yerleşmiş memurlar deniz kıyısına eğlenmeye giderler. İçkiler, türlü eğlenceler, yiyecekler, çalgılar bu akşamların vazgeçilmez alışkanlıkları olmuştur. Burası Anadolu'nun Sadabad'ıdır. Sazlar çalınır, gazeller okunur, her türlü keyif düşkünlüğü kol gezer. Bu kasabaya tayini çıkan memurlar buranın zevk ve sefasına alışmakta, buraya yerleşerek havuzlu, kameriyeli evler yaptırmaktadırlar. Devrin İstanbul'da hoş görmediği eğlenceler, burada, rahatlıkla yapılmaktadır. Memurlar, resmi işleri tamamıyla boşlamıştır.
Bu kasabaya yeni bir yazı işleri müdürü tayin edilir. Adı Agâh olan yeni yazı işleri müdürü, kasabaya geldiği ilk gün dairede ikindi vakti kimsenin olmamasına çok şaşırır. Öğle vakti, dairedeki herkes şakalar yaparak şen şakrak sahile inmektedir. Agâh Bey bütün bunlara çok şaşırır. Kendisi idealist bir kişidir. Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa'ya kaçmış, İstanbul'a gelince dört ay boyunca nezarete alınmış, daha sonra da Anadolu'ya bu işe atanmıştır. Bu memuriyetle kendini göstermeye, bu kasabayı düzeltmeye karar vermiştir. Sürekli çalışacaktır. Fakat kasabadaki herkes aksine tembel, miskin ve eğlence düşkünüdür. Mutasarrıf ona ilk gün, rahatına bakmasını söylemiştir. Evkaf Memuru daha da ileri giderek, eğlenmesi için tüm imkânları önüne sürebileceğini ima etmiştir. Önceleri bütün bu tekliflere direnmiş, kasabada tek başına kalmasına rağmen eğlencelere katılmamıştır.
Sıkıntıdan boğulmakta, dairede kimse olmadığı için çalışamamaktadır. Hiçbir idealini gerçekleştiremeyeceğini anlamaya başlar. Bir gün, muhasebeci dayatır, illaki şeftali bahçelerine gelmesini ister. İkindi üzeri, bir merkebe binerler; İğde, böğürtlen, şeftali ağaçları ile süslü, su sesleri içindeki bahçelere giderler. Sürekli yiyip içerler. Çok eğlenirler. Ertesi günü çok yorgun olduğu için Agâh Bey işe gidemez. Fakat daha sonraki günlerde yine şeftali bahçelerine gider, eğlenir, havuzda yüzer. Agâh Bey, artık tüm eğlencelere katılmaktadır. Diğer memurlar gibi o da bir merkep almıştır, sahile daha kolay inmek için. Agâh Bey artık hiç çalışmak istememekte, eğlencelerden daireye gidecek vakit bulamaktadır. Kasabaya geldiği ilk günkü yalnızlığını, çalışma aşkını düşündükçe kendine gülmekte ve ‘Toyluk işte.' demektedir.
Şimdi yukarıdaki soruyu cevaplandırabilirim. Agâh Beye çok kızmıştım onun gibi idealist bir kişinin hemen pes etmesini içime sindirememiştim. Oysaki o idealist bir idareciydi. Suiistimallere maruz kalacak kadar yumuşak olmamalıydı. Sözünü dinleten, aldığı kararlarda istikrarlı başıboşluğa müsaade etmeyen, özgüven içerisinde asalaklarla mücadelesini verip bu güzel kasabayı tembellikten kurtarmalıydı. Agâh Bey kolay olanı seçti. Siz, Agâh Beyin yerinde olsaydınız acaba hangi yolu seçerdiniz?